Kadın | Konular | Kitaplık | İletişim

Sevgileri Ören Eller.

Sevgileri ören ellerin,
Sevgileri üreten dillerin,
Sevgileri yoğuran gönüllerin buluştuğu mekândır aile.

Anne ve baba ise, dört duvar ve bir çatıdan ibaret olan evi yuva yapan baş aktörlerdir. Yuvanın rengini ve ahengini, bu iki aktörün uyumu belirler. Hayatın hamurunu bundan sonra birlikte yoğurmak ve şekil vermek için seçilmiş bu iki insan, iki sevgili, şimdiye kadar oluşmuş kimlik ve kişilik yapılarıyla birbirlerinin karşısına çıkarlar, alıştıkları yaşama biçimlerine göre davranarak bir tarz oluştururlar.

Hemen hemen bütün evlilikler, iyi niyetlerle ve güzel sonuçlar hayal edilerek kurulur. Fakat malumdur ki iyilik ve güzellikleri başlatmak kadar devam ettirebilmek de önemlidir. İyi başladığı düşünülen beraberlikler gerçekten isabetli bir seçim sonucu mu oluşturuldu ya da bize mi öyle geliyor? Bu çok önemli. Peki iyi başladıysa devamı niye iyi gelmiyor? Bütün bunların çocukluğumuza inen kökleri ve bugüne uzanan dalları var. Zihnimize kaydedilen bilgiler, beslendiğimiz bilgi kaynakları, içinde bulunduğumuz çevre ve ortam ve bizde oluşan değer ve inançlar bir araya gelerek, yapımızı ve ona uygun olarak duruşumuzu oluştururlar. Kazandığımız alışkanlıklarımız bizi temsil etmeye başlar ve bizi yürütür. Evlilikte bu şekilde oluşmuş iki ayrı yapı ve iki ayrı özellik bir araya gelerek aynı kulvarda ve uygun adım yürümeye çalışır. Alışkanlıklarımız devreye girdikçe, alternatifler ve tercihler oluştukça farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. Her olay turnusol kağıdı gibi işlev görür. Gerçek yapımız ve zihnimizin geri planında taşıdığımız tavır ve ifade biçimleri ortaya çıkmaya başlar. Ortamda çok seslilik vardır. Buraya bir orkestra şefi lazım fakat ne yazık ki bizim toplum olarak farklılıklara tahammülümüz yok. Her şey bizim uygun gördüğümüz gibi olmalı; duyuş, düşünüş ve yaşayış olarak. Bizim inandıklarımız dışında da doğrular vardır ama biz inanıyorsak en iyisi bizimkidir. Hep muhatabımız ayağını denk almalı, o geri adım atmalı, “Bak o zaman nasıl huzur geliyor eve” diye düşünürüz.

Evet, bize böyle dedirten anlayışı o kadar çok benimsemişizdir ki, tartışılmasını bile gereksiz görürüz ve alternatif yaklaşım biçimleri çoğunlukla gündemimizde yoktur ya da geçiştiririz. Bütün bunlar sonuçtur, yani semptomdur, belirtidir. Her semptom sistemi etkileyecek bir değişimin habercisidir. Organizmada bir patoloji (hastalık) oluştuğunda, teşhis için hastanelerde yapılan boğaz kültürü, kan-idrar tahlili, radyolojik tetkikler v.b. araştırmalarla, mikrobun cinsi ve kaynağı tespit edilmeye çalışılır. Tespit edilen mikroba hassas antibiyotiklerle mikrobun kaynağı kurutulmaya çalışılır. Aynen bunun gibi, aile bünyesinde oluşmuş bir rahatsızlık varsa “Bana ne o senin sorunun” diyerek kendimizi sanki bu işleyişin içinde yokmuşuz gibi gösterip teşhisi yanlış koyarsak ve umursamazsak, hep başkalarının tedavi olmalarını beklersek, psikolojik anarşi çıkar. Ayrıca bilmeliyiz ki, sorunlardan kaçmak onları beslemek ve büyütmek anlamına gelir. Büyümüş ve kök salmış sorunlar daha güç ve geç iyileşir. Her yanlış davranış aile sisteminin dengesini bozar. Yanlışın kaynağı, bir de yanlışa yanlışla karşılık veren bir muhatapla beraberse, tahribat derinleşir. Bir insanı güçlendirecek destek, en yakınından gelen destektir. Dengeleri sarsan tahribatlar da en yakınlarımızdan gelenlerdir. Aslında ateş önce kabını yakar. Patlamadan en çok zarar görenler en yakınında bulunanlardır. Yani yanlışın zararı en çok şahsın kendisine, sonra da en yakınındakinedir. Dengesi bozulanlar destek göremezlerse düşerler. Ve yine dengesi bozulanlar başkalarının dengesini bozmaya en güçlü adaydır. Çünkü yanlış ve usulsüz davranışlar daha çabuk ve daha çok tahrip ederler. Özellikle duyguları hedef alan ve kişiliğe yönelik saldırılar insanı çökertir. Oysa aile, cennet mekânlarından bir köşe, bir saadethane olabilecekken, insanı insanlıktan çıkaran ve başta kendisi ile ilgili inançların sarsıldığı (ki bu bana göre bir insanlık suçudur) bir çilehaneye dönüşüverir.

Beslenmeyen duygular ve değerler zayıflar. Bütün sistemler artı ve eksilerin artıp azalmasıyla yürür. Zayıflayan unsurlar bir başka unsurun güçlenmesine zemin hazırlar. Sevgi ve güven zayıfladıkça, yaşama coşkusu kan kaybeder ve zayıflar. Buna karşılık, sevgisizlik, huzursuzluk ve insana hayatı çekilemez ağırlıkta hissettiren diğer negatif unsurlar artar. Zemin giderek kayganlaşır ve ayakta kalmak giderek zorlaşır. Muhatap kaydıkça ve düştükçe daha çok zarar görür ve muhatabı “Ben ne yaptığım ya da yapmadığım için böyle oldu? Bu durumu iyileştirmek için ben ne yapabilirim?” diye sormak yerine, rahatsızlık belirtilerini de sataşmak ve yıpratmak içim malzeme olarak kullanır, suç sayar ve eleştirilerinin dozunu artırır. İşte bu noktada; bu birlikteliği bir aile ortamından ziyade bir savaş ortamına daha yakın görürüz. Yanlış davranışlar yüzünden sıkıntı çeken, elinden tutulması gerekirken düzeltmek adına eksiklikleri yüzüne vurulan kişi, sonuç olarak kendisini yetersiz ve değersiz hisseder. Bir de bakarsınız ki, depresyon çoktan kapıyı çalmaya başlamış.

Oysa aile; anne ve babanın sevgi, saygı ve ilgisiyle oluşmuş mutluluk güneşinden, gece yıldız toplayan evlat aydınlığına uzanan bir süreç olabilir. Gönülleri sevgi ve din bağı ile birbirlerine bağlı olanlar ciddi sarsıntılar yaşamaz ya da sıkıntılar kolay atlatırlar. Siz muhatabınızın gönlünü merkeze alırsanız o da sizi merkeze alır. Farklı duygu, düşünce ve tercihler yani kişilikteki her farklılık, bahçemizde rengârenk çiçeklerin yetişmesi gibidir. Onlar özgün oldukları ölçüde özgürdür. Her fert özgün bir yapı taşır. Onu dengeli bir kişilik çerçevesinde geliştirmek insani bir görevdir. Eşler öncelikle birbirlerinin yeterli ve tutarlı olarak kabını doldurabilecek bir noktaya gelebilmesi için ellerinden geleni yapmalı ve emanet evlatlar için ideal bir ortam hazırlamanın bilinçli bir bahçıvan gibi hevesini ve sevdasını gütmeli. Her fert öncelikle muhatabını olduğu gibi kabul etme gerekliliğini yerine getirmelidir. Sevgi dolu ortamda büyümüş her birey, topluma armağan edilmiş birer kutup yıldızı gibidir.
İnsanlarla geçinebilme ve hayatı doğru yaşayabilme sanatı, bir sanatçı estetiğiyle hayatı anlamlandırdığı zaman pek çok unsur yerine oturur. Ancak bu sayede yaşamanın hazzı ile örnek olabilmenin yüceliği bir ahenk oluşturabilir. Doğru bilgi hayatın tadıdır. Şekeri bardağa koymak yetmez, çayın tatlı olabilmesi için karıştırmak gerekir. Yoksa şeker bardağın dibine çöker, çay sıcak olduğu halde erimez, sertleşir ve çay tatlanmaz. Aynen bunun gibi doğru bilgileri hayata geçirerek aktif olmasını sağlamak, hayatı tatlandırmak anlamına gelir. Çayınız da hayatınız da tatlı olsun efendim…


Kategoriler

- evlilik - Saglik - çocuk - Cocuk Psikolojisi - Duygu ve Düsünce Yazilari - kadın - sağlık - Bebek ve Cocuk Sagligi - SEVGİ - Rasûlüllah - aile - mutluluk - Cocuk Gelisimi - anne - Sevgi - Diyet - çocuk gelişimi - Dekorasyon - Gebelik - hastalik - bebek - diyet - Hastaliklar - evlilik - kanser - Şifalı Bitkiler - erkek - cocuk egitimi - çocuk hastalıkları - Cilt Bakimi - Aşk - Gülay Atasoy - güzellik - Güzellik - Peygamber - kalp - baba - beslenme - hayat - aşk - Kadin Hastaliklari - Mutfak - müslüman - Islam ve Kadin - Senai Demirci - Şiir - tedavi - Alternatif Tib - Mehtap Kayaoğlu - dua

MollaCami.Com